Press "Enter" to skip to content

Yalan’ın Gerşek Gibi Okunduğu Tarih

Doç. Dr. Esma Özdaşlı

Son yeniləmə: 23 Aprel 2022 15:20

Doç. Dr. Esma Özdaşlı, bayraqdar.info için özel

Bayraqdar.info – Asılsız Ermeni soykırımı iddiaları, her 24 Nisan’da dünya kamuoyunun gündemine gelen bir konu. Özellikle Ermeni diasporalarının on yıllardır Türkiye aleyhine propaganda yürütmesine sahne olan 24 Nisan tarihi.

Öncelikle 24 Nisan tarihi gerçekte nedir ve neden bu kadar öne çıkarılmaktadır, buna bakmak gerekir. Ermenilerin sözde soykırım günü olarak andıkları bu tarih, Osmanlı topraklarında teröre bulaşmış komitacıların tutuklandığı ve örgütlerinin kapandığı bir gündür.

Ermeni yalanının ismi – 24 Nisan

Ermenilerin sözde soykırım günü olarak kabul ettikleri 24 Nisan Sevk ve İskan Kanunu’nun çıktığı gün değildir. Sevk ve İskan Kanunu, 27 Mayıs 1915’te çıkarılmış, 1 Haziran’da ise Takvim-i Vekâyi’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 24 Nisan’da ise teröre bulaşmış Ermeni komiteleri kapatılmış, idarecilerinden 2 bin 345 kişi “devlete karşı suç işlemek” suçundan tutuklanmıştır. Tutuklamalarda dikkat edilen unsur, sahip oldukları etnik aidiyet değil, “suça karışmış olma” saikidir. Nitekim 1915’te 100 bine yakın Ermeni’nin yaşadığı İstanbul’da sadece 235 kişi, Bursa’da ise 231 kişi tutuklanmış bulunoyurdu.

Tehcir Kanunu diye isimlendirilen -ki bu kullanım doğru değildir- kanunun asıl adı “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun”dur. Bu Kanun; düşmana yardım, yataklık ve casusluk gibi bugün dahi hiçbir devletin kendi güvenliği için yapılmasını kabul edemeyeceği ağır suçların önlenmesi adına atılan zorunlu ve geçici bir adımdır. Sevk ve İskan Kanunu’nun; savaş gibi olağanüstü durum söz konusu iken, Osmanlı’nın ona yakın cephede ölüm kalım mücadelesi verdiği ve Ermenilerin bu süreçte düşmanla açıktan işbirliği yaptığı bir süreçte alındığı gerçeğini de gözden kaçırmamak gerekir.

Üzerinde fırtınalar kopartılan kanun

Sevk ve İskan, düşman ile işbirliği yapan veya yapma ihtimali olanların “özellikle Kafkas Cephesi’ne ve Sina Cephesi’ne yakın Osmanlı topraklarından, cephenin uzağındaki ve o tarihlerde yine Osmanlı toprağı olan Suriye ve Lübnan mıntıkasına” geçici olarak yerleştirilmesini öngörür. Bu nedenle sevk edilenlerin önemli bir kısmı bu cephelerin yakınında yer alan Erzurum, Bitlis, Mersin gibi bölgelerde yaşayanlardır. Bu bakımdan, uygulamanın “sınır dışı” (deportation) veya “sürgün” (exile) gibi anlamları yoktur. Amaç cephenin güvenliğini sağlamak ve yeni toprakların kaybedilmesini önlemektir.

Üzerinde fırtınalar kopartılan Kanun gerçekte 4 maddeden ibarettir: 1. ve 2. maddelerde özetle; güvenlik güçlerine mukavemet gösterenlere müdahale edilmesi gerektiği ve devlete karşı suç işleyenlerin, casusluk yapanların geçici olarak başka bölgelere sevk edileceği belirtilirken, son iki madde yürürlük maddesidir ve bu haliyle Kanun fiilen 2 maddeden ibarettir. Kanunun hiçbir maddesinde, bırakın Ermenileri ima etmeyi, hiçbir etnik grubun adı dahi telaffuz edilmemiştir.

Şu konu da oldukça önemli. Kanun, Ermenilerin tamamını kapsamamış, 300 bine yakın Ermeni kanunun kapsamı dışında tutulmuştur. Bununla birlikte Kanun sonrası İçişleri Bakanlığı’nın, yani Ermenilerin sözde soykırımın bir numaralı sanığı olarak gördüğü Talat Paşa’nın emriyle çıkarılan yönetmeliklerde, göçün son derece insani yapılması için ciddi mesai harcandığı görülmektedir. Göçe tabi tutulmadaki en önemli saik, “düşmana yardım ve casusluk”, yani vatana ihanettir. Bu nedenle özellikle Ruslarla iş birliği yapan Gregoryan Ermeniler göç ettirilmiş, Katolik ve Protestan Ermeniler ile Osmanlı ordusunda görev alan subay ve sıhhiye mensupları, Osmanlı Bankası’nda, bazı konsolosluklarda çalışanlar suça karışmadıkları sürece kanun kapsamının dışında tutulmuşlardır. Ayrıca; yaşlı, dul, özürlü, hasta, yetim çocuklar da göçe zorlanmamışlar ve hatta ihtiyaçları Göçmen Ödeneği’nden karşılanmıştır.

Kanunun; devletin güvenliği kadar göçe tabi tutulanların da güvenliğini esas aldığı unutulmamalıdır. Elbette, burada Kanun kapsamında çıkarılan tüm yönetmelikleri ele almamız mümkün değil. Bununla birlikte vereceğimiz birkaç örnekle, asıl amacın devletin güvenliğini sağlamak olduğunu açıklamaya çalışalım.

Örneğin, devrin en önemli salgın hastalıklarından biri sıtmadır ve o dönemde tedavisinde kullanılan kinin göç edenlere dağıtılmış ve kolera, tifüs, dizanteri gibi hastalıklara karşı aşılama yapılmıştır. Eğer Osmanlı Devleti, “öldürme veya yok etme saikiyle” hareket etseydi, göç edenlere kinin dağıtılmasını sağlamaz, aşılama yapmaz ve salgını bir bahane olarak kullanırdı. Veya göç edenlere sıcak etli yemek -o dönemde Çanakkale’de varlık mücadelesi veren askerlerimizin günlerce hoşaf içtiğini unutmayalım- verilmesi, araç tahsis edilmesi, hasta olanların devlet hastanelerinde muayene edilmesi gibi unsurlar da asıl amacı açıkça ortaya koymaktadır. Şu soru ve cevabı da çok önemli. Eğer devletin Ermenileri toplu yok etme gibi bir amacı olsaydı, bunu yaşadıkları yerlerde yapması mümkün değil miydi? Veya savaşın en ağır günlerinde, kendisi için bu kadar ağır bir maddi yükün altına girer miydi devlet?

Bununla birlikte aynen Rusların Kafkasya’daki binlerce Müslümanı Anadolu’ya sürmesi gibi, mesafe olarak daha yakın olan cephe hattının hemen gerisine, Rusların işgal ettikleri bölgelere göç ettirilemezler miydi? Bu, elbette mümkündü. Ancak bunu bizzat Talat Paşa reddetmiş ve Ermenilerin iki ordu arasında kalmasına müsaade etmemiştir.

1915’te yaşananlar soykırım olarak değerlendirilemez

1915 olayları iki nedenden dolayı hukuken soykırım olarak değerlendirilemez. Bunu Batılıların ön ayak olduğu hukuki belgelerle açıklamak mümkün. Bilindiği gibi soykırım kavramı 1944’te Raphael Lemkin tarafından türetilmiştir. Soykırım, 1948 tarihli “BM Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ne göre en büyük insanlık suçu olarak kabul edilmiştir ve adı geçen Sözleşmeye göre İkinci Dünya Savaşı öncesi meydana gelen olaylar için soykırım isnadında bulunmak mümkün değildir. İftiracıların soykırım olarak değerlendirdiği 1915 olayları sırasında uluslararası hukukta soykırım suçu yoktur ve hukukun en temel ilkelerinden biri olan “kanunsuz suç olamayacağı” ilkesi gereği sözde iddiaları bu yönüyle de asılsızdır. Yine 1948 tarihli İnsan Hakları evrensel Beyannamesi’nin 11. Maddesinde kimse “işlendiği tarihte suç sayılmayan herhangi bir fiilden dolayı suçlanamaz” ifadesi yer alır ki, sözde soykırımı kabul eden ülkeler, altına imza attıkları bu belgeyi de açıkça ihlal etmektedirler.

Bununla birlikte herhangi bir olayın soykırım olarak değerlendirilebilmesi için belirli bir plan dahilinde yapılması, “özel kast” olması ve Emekli Büyükelçi Alev Kılıç’ın da ifade ettiği üzere, “özel kastın kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ispat edilmiş olması” gerekmektedir. Ne Sevk ve İskan Kanunu’nda, ne de ilgili emir ve yönetmeliklerde, etnik aidiyetten dolayı yok etme gibi bir ima yoktur ve savaş sırasında suça karışanların daha güvenli bölgelere sevk edilmesi söz konusudur. Kaldı ki, savaş şartlarında düşmana yardım edeceği düşünülenlerin, temas hattının uzağına göç ettirilmesi tarih boyunca farklı milletlerce de uygulanmıştır. Örneğin II. Dünya Savaşı’nda Amerikalılar, Japonlara yardım edecekleri iddiası ile amiyane tabirle neredeyse tüm “çekik gözlüleri” ülkenin iç kesimlerine göç ettirmişlerdir. Sevk uygulamasının daha önce planlanmadığı, özellikle Çanakkale’de varlık mücadelesi veren devleti zor duruma düşürmek için Doğu’da Ruslara yardım eden, katliamlar yapan, dahası Sarıkamış faciasının yaşanmasında düşmanla yaptıkları iş birliği ile birinci derecede sorumlu olan, 1915’te II. Van İsyanı’nda neredeyse şehrin Müslüman nüfusunun yarısını katleden ve şehri Ruslara teslim eden Ermenilerin Ruslar ile temasını kesmeyi amaçladığı ortadadır. Dolayısıyla, Sevk ve İskan Kanunu’nun çıkartılmasında, özellikle Sarıkamış Faciasında ve 2. Van İsyanında Ermenilerin Ruslarla işbirliği yapması çok etkili olmuştur ve İstanbul Hükümeti önlem alınmaz ise Rus işgalinin Anadolu’nun içlerine kadar ilerleyeceği endişesi ile hareket etmiş ve doğru bir karar vermiştir. Zira bugünlerde sosyal medyada da sık sık yer aldığı üzere, eğer o gün bu isabetli karar alınmasaydı, bugün Balkanlara bakıp çektiğimiz ahı, Anadolu’nun birçok şehri için çekebilirdik. Soykırım iddialarının hukuken ne kadar içi boş olduğunun diğer bir kanıtı da 1915 savaş bütçesinde bu kanun ile ilgili herhangi bir ödeneğin olmamasıdır. Bu durum daha önce herhangi bir plan dahilinde hareket edilmediğinin kanıtıdır. Sevk Kanunu için daha sonra bütçeye ekleme yapılmıştır.

Sevk ve İskan Kanunu birden alınmış bir karar değil

Öncelikle şunu unutmamak gerekir. Sevk ve İskan Kanunu birden alınmış bir karar değil. 1890 ile 1915 yılları arasında 40’a yakın Ermeni isyanı var. Bunlar arasında, Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovanes Kaçaznuni’nin dediği gibi, büyük devletlerin ilgisini çekmek için 2. Abdülhamit’e yapılan suikast dahil birçok kanlı eylem var. Sadece 2. Van İsyanında yaşananlar bile tek başına bu Kanunun ne kadar isabetli olduğunu gösterir.

Gelelim asıl soruya: Ermeniler sadık mıydı? Bu soruyu, “evet, ama” diyerek cevaplamak gerekir. Evet, sadıktılar, ama Osmanlı Devleti güçlü olana kadar sadıktılar. Tıpkı Anadolu Selçuklu Devleti’ne sadakatleri gibi. Ermenileri Bizans’ın dini, siyasi, hatta ekonomik zulmünden kurtaran Selçuklular ve devamında Osmanlı Devleti’dir ve bu devletler güçlü oldukları sürece sadakatte de sorun yoktu. Devrin şahidi Urfalı Mateos ve Anili Samuel gibi Ermeni yazarların eserleriyle bu soruya cevap vererek yazımıza da son vermiş olalım. Anili Samuel, Melikşah için “milletimizi o kadar çok seviyordu ki, dua ve takdislerimizi talep ediyordu” ifadelerini kullanırken, Urfalı Mateos, Sultan Melikşah’tan bahisle “hâkimiyeti boyunca Ermenistan’ı sulh ve asayişe kavuşturduğunu” yazmıştır. Yine Mateos’un, “Sultan Kılıçaslan muharebede öldü. Hristiyanlar onun için büyük matem tuttular. Çünkü o, her bakımdan çok iyi ve tatlı bir zattı” ifadeleri Ermenilerin Türklere bakışını özetler.

Mission News Theme by Compete Themes.