Son yeniləmə: 23 Fevral 2022 17:44
Sedat Serdaroğlu, Denizli – Türkiye’den özel olarak bayraqdar.info için
Bayraqdar.info – Tam otuz yıl önceydi. Hocalı’dan çığlıklar yükseldi göğe doğru. Şubat utandı soğuğundan, rüzgâr sustu, bulutlar dağılıp ay çehresini gösterdi gecenin karanlığında kaybolmasın diye yaşananlar, ama dünya duymadı, duymak istemedi…
Ölen Türk’tü, katil tanıdık. Ne gereği vardı şimdi duyup bilmenin? Yapılanın “soykırım” olduğunu görüp “Dur!” demenin? Kendi elleriyle ve kendi kinleriyle besledikleri katilin hangi zulmüne “Dur!” demişlerdi ki Hocalı’da bedenleri parçalanan, kanı toprağı kızıla boyayan insanların göğü titreten feryatlarını duysunlar?
“İnsan hakları” ve “medeniyet” ancak kendi ayakları taşa değdiği zaman gündeme gelirdi, o kadar… Evrensel kurallar ve değerler onların tekelindeydi; istedikleri zaman ısıtıp istedikleri zaman sofraya getirirlerdi.
Ne utandılar, ne de sıkıldılar. Ermenilerin topraklarını ve haklarını savunduğunu iddia edecek kadar yüzsüzleştiler. Oysa Ermenilerin Karabağ’da sonradan var edildiklerini biliyorlardı. Yüz yıllık etnik değişim planının her aşamasından haberdarlardı. Akan kanı, yitirilen canları görmüşlerdi, ama ruhlarına sinen Haçlı zihniyeti susmalarını telkin etmişti bir kere. Nerede ölen bir Türk varsa görmezden geldiler, nerede şımaran bir Türk katili varsa sahip çıktılar, alkışladılar.
Hocalı’da doymamıştı kan emici vampirler; tarumar ettiler bütün Karabağ’ı. “İnsanlık” yitip giden manasından utandı, ama ne katillerin ne patronlarının umurundaydı. Barışı sağlamak için çaba sarf ediyormuş gibi davrandılar, şaşaalı toplantılar düzenleyip, türlü isimlerle masalara oturdular. Fakat amaçları barış değil, Azerbaycan’ı oyalamaktı. Yirmi dokuz yıl sonra kahraman ordu ilerlemeye başlayınca tutuşan etekleriyle “barış, barış” diye zıplamaya başlayınca düştü maskeleri.
Tarih, Türk’ün kulağına hep aynı şeyi fısıldamıştır aslında: “Zayıf düşme. Düşersen bedenini didiklemek için tependen eksik olmayan leş kargalarına gün doğar”. Ve Tarih dünyaya bir gerçeği daha anlatır: “Türk’ü kendine düşman seçtiysen, düştüğünü ve hatta bedeninin parçalandığını dahi görsen, bir gün küllerinden doğup senden hesap soracağını unutma”.
Yirmi dokuz sene sonra gelen zaferin özü tarihin bu değişmeyen hakikatinde saklıydı.
Ben, “tarihi iyi oku, kulağına fısıldadıklarından ders al ve gelecek zafere hep inan” diyenlerdenim. Umutsuzluk ırkıma bahşedilen kudrete yakışmaz. Umutsuz, kendini tanımamıştır; karanlıktaki ışığı, toprağa düşenin ise tohum olduğunu göremiyordur. Oysa zaferin müjdesi daha sen soğuktan titrerken tomurcuklanmaya başlamıştır. Tıpkı Rahile ve Zarife’nin hikâyesinde olduğu gibi.
Rahile Guluyeva; 30 yıl önce o melun geceyi yaşayanlardan. Ermeniler Hocalı’ya saldırdığında ailesiyle beraber evlerinin bodrumunda saklanıyorlardı. Şehir yakılmaya başlayınca çıkıp Ağdam’a ulaşmaya çalıştılar. Dondurucu ayazda kaçtıkları yolların kan emici vampirler tarafından tutulduğunu bilmiyorlardı. Üç aylık hamileydi ve iki yaşındaki oğlu kucağında koşarken dört mermi yarası aldı. Mermilerden biri bedenini geçip kucağında tuttuğu oğluna denk gelmişti. O gece düştüğü pusuda eşi ve çocuğu dâhil yirmi iki akrabasını kaybetti, ama kendi yaralı kurtuldu.
Aradan altı ay geçmişti ki bir de kızı oldu Rahile’nin. Bedenini delen dört kurşuna rağmen karnındaki bebeğe bir şey olmamıştı. Adını Zarife koydular.
Vahşete ve barbarlığa nispet yapar gibi: Zarife. En soğuk gecede donmayan tomurcuktu o. Sadece sağ kalması dahi çok şey ifade ediyordu, ama en çok “umutsuz olma” diyordu sanki.
Zarife…
Belki de Yirmi dokuz yıl sonra gelecek zaferi müjdeliyordu.
ve ben:
“Yaşananlar unutulmasın diyorum.” Zira çok şey anlatıyorlar…